18 Aralık 2025, Perşembe
23:23

Bazı isimler vardır; sadece anılmaz, hissedilir.

Bazı sözler vardır; sadece okunmaz, insanın içine düşer.

Mevlânâ da onlardan biridir.

Yüzyıllar geçse de, dünya değişse de, insanın derdi aynı kaldıkça Mevlânâ’nın sesi hâlâ duyulur. Çünkü o, zamana değil; kalbe konuşur.

Bugün Türkiye’nin neresine gitseniz Mevlânâ var. Bir kültür merkezinde semâ, bir okul bahçesinde çocukların hayran bakışları, bir meydanda dönen etekler… İnsan bakınca ister istemez mutlu oluyor. Çünkü bu topraklara ait bir değer hâlâ yaşıyor, hâlâ paylaşılıyor. Bundan kim rahatsız olabilir ki?

Ama insan yine de kendine şu soruyu sormadan edemiyor:

Biz Mevlânâ’yı sadece izliyor muyuz, yoksa gerçekten anlıyor muyuz?

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, vitrine konulacak bir isim değildir. O, insana dönüp kendine bak diyen bir sestir. “Ne olursan ol yine gel” derken herkesi çağırır ama kimseye olduğu gibi kalma izni vermez. Gel der; ama değişmeye niyet ederek gel. İşte tam da bu kısmı çoğu zaman atlıyoruz.

Bugün yapılan Mevlânâ etkinliklerine bakıyorum; salonlar dolu, semâ gösterileri etkileyici, gençler ilgiyle izliyor. Açıkça söyleyeyim, bu tablo beni sevindiriyor. Kültürümüzü tanıtıyoruz, çocuklarımıza miras bırakıyoruz. Bu çok kıymetli.

Bu noktada şunu da özellikle belirtmek isterim:

UTEF Uluslararası Tüm Engelliler, Yaşlılar ve Kimsesizler Federasyonu Genel Başkanı olarak, Mevlânâ temalı bazı etkinliklere davet ediliyor, federasyonumuzla birlikte bu buluşmalarda yer alıyorum. Engelli bireylerin, yaşlıların ve toplumun farklı kesimlerinin Mevlânâ’nın hoşgörü ve insan merkezli anlayışıyla buluşturulması, benim için sadece bir kültürel faaliyet değil; aynı zamanda bir vicdan meselesidir. Mevlânâ’nın çağrısı kimseyi dışarıda bırakmaz. Biz de bu anlayışla, onun adını taşıyan etkinliklerde kapsayıcı bir duruş sergilemeye gayret ediyoruz.

Üstelik bu yıl, Mevlânâ’nın vuslatının 752. yılı. Aradan geçen onca zamana rağmen hâlâ konuşuluyor olması, hâlâ insanın kalbine dokunabilmesi boşuna değil. Çünkü onun sözü, dönemsel değil; insanîdir.

Ama bir yanım da şunu söylüyor:

Keşke Mevlânâ’yı sadece sahnede değil, hayatta da görebilsek.

Çünkü Mevlânâ, trafikte sinirlendiğinde de lazımdır insana.

Sosyal medyada birbirimizi kırarken de…

Komşunun halini görmezden geldiğimizde de, farklı olana tahammül edemediğimizde de…

Yani hayatın tam ortasında.

Semâ’ya gelince…

Çoğu kişi için güzel bir gösteri, estetik bir dans. Oysa semâ, insanın kendi etrafında dönüp içini yoklamasıdır. Neyim ağır geliyor bana? Kin mi, öfke mi, kibir mi? Döndükçe insan fark eder. Döndükçe hafifler. Dönen cisim kendine ait olmayanı dışarı atar ya, insan da kalbini temizlemeden yol alamaz.

Mevlânâ’nın derdi çok nettir aslında:

Başkasının kusuruyla uğraşma, önce kendine bak.

Dilini kırıcı değil, onarıcı kullan.

Kalbini sertleştirme.

Çünkü bu dünya bağıranların değil, anlayanların omuzlarında durur.

Bugün Mevlânâ adına yapılan onca etkinlik bana şunu düşündürüyor:

Kültürü yaşatmak sadece seyretmekle olmaz, yaşamakla olur.

Semâ izlemek güzeldir ama gönlü döndürmek zordur.

Mesnevî okumak değerlidir ama o cümleyi hayatına taşımak cesaret ister.

Belki de Mevlânâ’nın bize hâlâ söylediği şey şudur:

İnsan ol… Ama sözle değil. Günlük hayatınla.

Eğer Mevlânâ’yı gerçekten seviyorsak; birbirimizi incitmeden konuşmayı, farklı olana tahammül etmeyi, hatası olana sırt çevirmemeyi öğrenmeliyiz. Yoksa kaç semâ izlersek izleyelim, yerimizde sayarız.

Mevlânâ’yı sevmek kolaydır.

Zor olan, onun dediği gibi yaşayabilmektir.

Ve belki de bugün için en gerçek cümle şudur:

Mevlânâ, sahnede değil; insanın kalbinde yaşarsa anlamlıdır.

Mevlânâ Kimdir?

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, 1207 yılında Horasan’ın Belh şehrinde doğdu. Babası, dönemin büyük âlimlerinden Sultanü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled’di. Moğol istilalarının gölgesinde başlayan bu hayat yolculuğu, ailesiyle birlikte Anadolu’ya uzandı ve Mevlânâ’nın kaderi Konya’da şekillendi.

İlk yıllarında Mevlânâ, medreselerde ders veren, fetvalar yazan güçlü bir ilim adamıydı. Hayatındaki en büyük kırılma noktası ise 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaşması oldu. Şems, Mevlânâ’nın iç dünyasını altüst eden bir dost, bir yol arkadaşıydı. Bu karşılaşma, Mevlânâ’yı akıldan gönle, bilgiden aşka taşıdı.

Şems’ten sonra Mevlânâ’nın dili değişti, sözü derinleşti. Mesnevî, Divân-ı Kebîr ve sayısız hikmetli söz bu dönemde ortaya çıktı. Onun eserleri; insanın nefsini, sevgiyi, sabrı, tevazuyu ve hakikate yürüyüşünü anlatır.

1273 yılında Konya’da vefat eden Mevlânâ, ölümü bir ayrılık değil, “Şeb-i Arûs”, yani sevgiliye kavuşma gecesi olarak gördü. Bugün hâlâ dünyanın dört bir yanından insanlar Konya’ya onun için geliyor, Mesnevî okunuyor, semâ dönülüyor.

Ama Mevlânâ’nın asıl mirası kitaplardan ya da törenlerden ibaret değil.

O miras; incitmeden konuşabilmekte, farklı olana tahammül edebilmekte, insanı insan olduğu için sevebilmekte gizli.

Belki de bu yüzden Mevlânâ hâlâ çağırıyor:

Gel… Ama sadece bakmak için değil. Anlamak için. Yaşamak için.

YAZARIN DİĞER MAKALELERİ